Türkiye-Mısır Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı Ünal, konuşmasına şu sözlerle devam etti: “Bazı aklıevveller Mısır ile Türkiye’yi kıyaslıyor. İşte ‘Ha Gezi Parkı, Ha Rabia. Ne farkı var!’ diyorlar. Oysa Mısır’da halk bir darbeye karşı mücadele ediyor, meydanları dolduruyor. Yapılmış bir darbeye karşı çıkıyorlar ve çalınmış iradelerinin, özgürlüklerinin mücadelesini veriyorlar. Bu kadar büyük bir çarpıtmanın mantığı yok.
Muhammed Mursi seçimle iş başına gelmiş Mısır’ın ilk seçilmiş cumhurbaşkanıdır. Geçen bir gazeteci “ha Tantavi, ha Mübarek, ha Sisi, ha Mursi!’ diyor. Oysa Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık bir diktatör olduğunu bilmeyen yok. Mısır halkı bu diktatörü devirdi. Halk hareketleriyle kaybolan oterite karşısında Mısır Yüksek Askeri Konseyi Mübarek’in yetkilerini devraldı ve Mısır’ı seçime götürdü. Yapılan bu seçimlerden Hürriyet ve Adalet Partisi destekli Muhammed Mursi en yüksek oyu, yüzde 52 halk desteği alarak, cumhurbaşkanı seçildi. Bu seçilmiş yönetim daha sonra halkın yüzde 65’inin onayladığı bir sivil anayasa yaptı. Demokratik bir sistemin yerleşmesi için çalışıldı.
Bakın demokrasilerde sorunlar yaşanabilir, krizler olabilir ama burada çözüm yine demokrasi içerisinde, demokratik kanallarla olmalıdır. Ki demokrasiler karşılaştıkları sorunları kedi dinamikleriyle çözdükçe güçlenir ve büyürler.
Sonuçta yüzde 52 oy almış bir seçilmiş meşru cumhurbaşkanı darbe ile yıkılmıştır. Türkiye de ise yüzde 50 oyla göreve gelmiş meşru bir hükümete karşı (Gezi parkı Olayları) bir darbe girişimi yapıldı. Yani Mısır’da halk darbecilere karşı sokaklara dökülür mücadele ederken, Türkiye’de ise meşru, demokratik kurallarla seçilmiş bir hükümete karşı darbe hevesiyle şiddet gösterileri yaptı. Türkiye ve mısır arasındaki fark çok önemlidir. Bu farkı evrensel değerler, demokratik normlar, meşru hukuk vb. hangi çerçevede değerlendirirseniz değerlendirin çok nettir.
Bir yönetimin diktatör olmasıyla, demokrat olması arasındaki fark maalesef uluslararası sistem açısından batılı değerlere entegre olup, olmamasıyla ölçülüyor. Eğer bir diktatörlük batılı değerlere entegreyse o yönetimin diktatörlük oluşu bazıları için bir anlam ifade etmiyor. Ama demokrasiyle gelmiş ve demokratik kurallar sistem içerisinde yöneten bir hükümet batının değerlerini kabul etmek yerine kendi bağımsız köklü, medeniyetine ait değerlerle hareket ediyorsa bu batı açısından meşruiyetini kaybetmesine sebep olabiliyor.
Türkiye’de özellikle sol akıl olarak, şöyle bir akıl var; “Örneğin Küba’da ki diktatörlük devrim, Türkiye’deki demokratik iktidar diktatörlüktür”. Maalesef Türkiye’deki kimi sol akıllar böyle çalışıyor. Oysa demokrasi ve demokratik işleyiş dünyada gayet nettir ve belirgindir.
Bugün Mısır'ın artık iki diktatörü bir de hapiste seçilmiş cumhurbaşkanı var. Mısırda insanlık katledilirken, Suriye’de insanlar uluslararası suç silahlarla topluca öldürülürken sessiz kalmak bu suçlara ortak olmaktır. Suriye ve Mısır da insanlık, insanlığın değerleri de katlediliyor. İnsanlığın bugün geldiği düzen, hukuk ayaklar altındadır. Mısır ve Suriye de yaşananları birbirinden ayrı düşünemeyiz. Bugün bu coğrafyada yaşananlara ses çıkarmamak herhangidir ilegalite ve risk barındırmıyor. Ama herkes şunu bilsin ki bu sessizlik insanların, coğrafyanın yüreğinde, vicdanında derin yaralar açmakta ve illegalite olarak görülmektedir.
Bu vicdan kendi içinde yaşananları tahlil edip, içinde büyüyen nefret ve öfkeyle besleniyor. Sonra bu öfkenin patladığı noktalarda yine algı yönetimi yoluyla İslamafobiyi büyütüyorsunuz. Bu nefreti, kini büyütmek çoğaltmaktır ve küresel barışa, insanlığın birlikte yaşam deneyimine yapılmış asıl suikast, asıl darbedir.” dedi.